// body elementide aşağıdaki şekilde düzenlenmelidir. ...
// etiketinden önce aşağıdaki kodu ekleyebilirsiniz. // body elementide aşağıdaki şekilde düzenlenmelidir. ...

Etiketler

Tarih

Kategoriler

02 Nisan 2024

Umutsuzluk Seremonisi (02.04.2024)

umutsuzluk seremonisinde sahaya sakat çıkan bir kaptan
kendi yarışını ne kadar sürdürebilir
ne kadar dahil olabilir kendince yaşamının içine?
 
bir merhametlik ve iyilik perdesi insana zuldür karşıdan karşıya geçerken
siperler boşunadır,insan da taklidin kendisinden başka nedir ki
 
yaşımı artık geriden say
çarpık ilişkilerde
perdeler terse dönünce asfaltlar yamuldu
birileri depara çıkarken birileri defansta kalır
bunu şiir sanırsın,ama şair orada kanını bırakmıştır
 
karanlık ve kan hep oradaydı
derin uykulardan hanene yazılan kanın içinde erimesi oldu
şimdi ileriye değil geriye say sayabildiklerini
vücut bile artık kanı geriden sayıyor
distortion ile soloyu birbirinden ayırt
ölüm ve yaşam gibi
kendi karanlığın nükselirken
tünel nerede son bulacak?
 
ölümün çizgileri ağırlaşıyor
kaygı koridoru genişledi
sahada saldırıya uğradık
ruh kendi içine doğru koştu
siper alanlar yenildi
 
çiçeklere karşı önlemini aldın
ruhuna bir koridor oluşturdun
bütün renkler karalaştı sisli odalarda
parka geri dönüyorsun
annene söyle seni yemeğe beklemesin
 

-üzgün bir çağın son atıkları bunlar

 Cem Kurtuluş,2024

 

17 Ekim 2023

Ucuz Gece

şimdi gülmek mi lazım bir yerlerde
bu yalnızlığa ölüm mü eklemek gerek
yoksa başka şeylerin sırasına mı girmek
ekonomi iflasa gelirken insan kendini düşünür mü hiç

birileri sana atılgan olduğunu söylemişken
"arkadaşların yok mu onlarla takılmıyor musun" diye cümleler sıraya girerken
hangisini seçeceksin
hangi soru tufanı seni izaha çeker şimdi?
 
 
-doksanlı yılların kasetlerine sar şimdi kendine
sonra yeniden başa sar
önüne karanlık bir yer çıkacak
perdeleri kapatıp kendine döneceksin yine
arada eğlenceli notalar geçecek aradan
sen yine kendine bakıp döneceksin
 
ucuz biralar da kalmadı bu devirde ucuz meyhanelerde
sıralamayı sen belirle
işşizliğine bir tokat da sen at böyle bir akşamda
bu şiir değil
ama sen yine de kaçıncı kitabını çıkardın söyle şair
ortalık dağınıkken
beynin tik tak yaparken
saatin yelkovanı nereye saplandı söyle şair
 
 
 Cem Kurtuluş, 07.08.2020

20 Eylül 2023

Köklere Dönüş: Enforcer - Nostalgia (2023)

 












Bir röportajında Enforcer vokalisti Olof şöyle diyor : “Modern olan çoğu müzik, o anda popüler olanın dışına çıkıp yeni bir şey yaratmaktır. Bizim yaptığımızın da kesinlikle bu olduğunu söyleyebilirim.”  Yeni dönemin diğer deyişle “New Wave of Traditional Metal“ akımının liderleri olarak anılıyorlar. Bu her ne kadar pek çok kişi tarafından bilinen bir şey olsa da ilk başta bu yola heyecanlarını ve tutkularını katarak ilerlemeleri onlara dair pek çok şey anlatıyor.

 Yaklaşık 20 yıla tekabül eden bir müzik geçmişi olduklarını var sayarsak onlar için bu süre pek de az süre sayılmaz ve bu konuda da pek çok röportajda mütevazı olmadıkları gerçeği var. Bu da kendilerini iyi oldukları yönünde kabul ettiklerinin göstergesi. Enforcer’ı yakından takip edenler 80’lerin o klasik soundunu görmelerini kaçınılmaz olduğunu görmüşlerdir.

 Olof Heavy Metal/Speed Metal etkileşimli olsalar da üstüne eski 70’lerden gelen Rainbow, Foreigner’dan da etkilendiğini ekliyor. Zaten beste yapılarındaki bazı yerlerde 70’lerden etkiler de oldukça fazla hissediliyor. Belki de onları önemli yapan heavy metalin izini sürüyor olmalarıydı. Speedy rifflerle adeta bir başdöndürücü soundla bunu başarılı bir şekilde gösteriyorlar. 2023’te karşımıza çıkan “Nostalgia“ albümü üzerine yazıya girişmeden önce albüm başlığının başından itibaren o nostaljiye karşı sadık kalan bir grubun temel taşı olduğunu görmek yerinde olur. “Nostalgia” kökü itibariyle Fransızca altyapılı alıp “eskiye duyulan özlem“ anlamı taşır. Bu herkes için bilinen bir detay olsa da albümün ana başlığının Enforcer için tutkulu oldukları 80’ler sahnesine duyduğu özlemi ifade eder.

 Albüm; açılışını soft, melodik “Armageddon” introsuyla yapıyor, daha sonrasında speedy ataklarıyla devam ettiği başlangıçta klavyenin eşlik ettiği “Unshackle Me” ile hızını arttırıyor. Bu bizi 80’lerin hard rock ortamına ışınlasa da gitarların yoğunluğu dinleyeni şarkının içerisinde tutmayı başarıyor.Enerjik, güçlü, dinamik altyapısıyla melodik gitarlarla da yükselişin patlamasını güçlü şekilde hissettiriyor. “Unshackle me! I´m dying can´t you see?” nakaratlarıyla da ana temasının duyulmasını istiyor.

 “Coming Alive” 80’lerin klasik sounduna benzemiş bir çığlıkla hangi rotada gideceğinin sinyalini verip, daha sonrasında speed metal gitar saldırısıyla yolunu çiziyor. Girişiyle itibaren “I’m whirling wind, I’m fire. Nothing can hold me to the ground – Metal high and metal low, blasting up the barrier of sound” nakaratlarıyla da heavy metal’in klasikleşmiş liriklerine yer veriyor. Dur durak bilmeyen enerjisiyle, coşkusuyla adeta bir gösteri sunuyor. Albümün ilk yarısında akılda kalıcı şarkılar arasına adına yazdırıyor.

 “Heartbeats” ile balladımsı ve bir o kadar enerjik doruklar arasında yolculuğa çıkarıyor, yer yer 80’lerin hair-metal gruplarını da anımsatıyor. “Demon” ismiyle 1980’lerde olan “Demon” grubunu hatırlatsa,bununla birlikte 80’lere dair çoğu grubun lirikleri “Demon” sözü olmadan geçmezdi sözünü hatırlatıyor.” 80’s sound” denilen hardrock gruplarına göz kırptığını gösteriyor.Speedy riffleriyle “Kiss of Death” enerjinin yüksek, ortama dalmanızı sağlayacak, akılda kalıcı, bir o kadar da albümün en dinamik şarkılarından biri oluyor. “And you shall always fear my name. I’m the reaper” liriğiyle de basit bir o kadar heavy metal eksenli yazıldığını gösteriyor.

 Albümle aynı ismi taşıyan “Nostalgia” epik,balladımsı, albümün hızını kesecek parçalardan olsa da Enforcer için zayıf bir şarkı oluyor. Ama lirikleriyle kişinin yalnızlığının kendisini tükettiğinden yıllara yayıldığını söyleyerek umutların genç yaşta öldüğünü resmediyor. “No Tomorrow” yarını yok gibi yaşayıp, damarlara rock’n roll enjekte eden bir anlayışla yoluna devam ediyor.

 “At the End of the Rainbow” temponun eksilmediği, şovun devam ettiği,gitarların dur durak bilmediği bir o kadar marş vari “Rainbow” nakaratlarıyla da bambaşka bir resital sunuyor. Şarkı isminin “Rainbow “ grubuna bir sevgi gösterisi sunulması olası olabilir,ki grubun müziğe başlangıcında ilham aldığı gruplar arasında Rainbow yer alıyor.

 Heavy metal’in üstünlüğüne dair “Metal Supremacia” Güney Amerika metal müzik sahnesine bir övgü niteliği taşıyor. Sözlerin İspanyolca olma nedeni vokalist Olof’un verdiği röportaja göre gitarist Jonas’ın fikrini önemseyerek böyle söylenmesi kabul edilmiş. Jonas’ın açıklamasına göre de “bu,şarkıya bir kimlik kazandırıyor, ve İngilizce’ye çevirdiğiniz anda kimlik kayboluyor” fikri var. “White Lights in the USA” hair metal etkilerinin baskın hissedildiği, özellikle Los Angeles barlarında sahne alan Glam Metal gruplarını hatırlatıyor. ”Keep the Flame Alive “ ve finalde “When the Thunder Roars (Cross Fire) ile güçlü bir ambiyans yaratıyor. Yine de albümün ilk yarısında aldığınız coşku,adrenalin ile albümün ikinci yarısında başka yere evriliyor.

 2019 yılındaki “Zenith” albümünden kadro bazında Tobias yerine “Garth Condit” ismi kadroya ekleniyor,diğer elemanlar aynı kalsa da kadrodaki tek değişiklik bu oluyor.Albümün diğer detaylarına inecek olursak;grubun ilk başladığı yer olan Hvergelmer Stüdyolarında kaydediliyor albüm, analog olarak kaydedilen albümün mikslenen albümün prodüksiyonu uzun süredir prodüktörlük yapan Rikard Löfgren’in yardımıyla gerçekleşiyor. Albümün kapağını da “Adam Burke” üstleniyor.

 Sonuç olarak; “Zenith” albümünün aksine daha güçlü, daha eskiye dönüş şeklinde speedy rifflerle, melodide vıcıklığa kaçmadan ,bir o kadar Olof’un sinerjisiyle daha güçlü bir albüm yaratıyor Enforcer. “Nostalgia” ismi de tam olarak 80’lerin havasını solumak ve o özleme hasret kalanlar olanlar için sihirli bir kayıt. Bu kayıt ile grup kendini fazlasıyla affettiriyor ve heavy /speed metal ekseninde dolaşacağının garantisini veriyor.


Not:Bu yazı ilk defa 15.09.2023 tarihinde  https://www.extreminal.com adresinde yayımlanmıştır

 

Kadro

Olof Wikstrand-Vokal/Gitar
Jonas Wikstrand- Davul/Piyano/Klavye
Jonathan Nortwall-Gitar
Garth Condit- Bass Gitar

 Cem Kurtuluş,2023

06 Eylül 2023

Hüzünlü Deplasmanlar Serisi: Deplase Bandırma (28.01.2018)








Bir Pazar sabahı. Herkesin derin uykuda olduğu/ keyifle kahvaltısını yaptığı bir pazar günü bizim için hüzünlü zamanların üstüne ancak bir deplasman ekleyebilirdik, belki de kötü olan zamanlardan bir nebze de olsa böyle uzaklaşabilirdik. Son zamanlar yapılan Eskişehir ve Bursa deplasmanlarının üstüne de şansımıza çok uzak olmasa da yine Bursa civarlarına yol göründü. Para ve puldan dertli bir deplasmanın olacağı hepimizin nazarında belliydi, ama kimse de bunu dert edecek pozisyonda değildi. “Deplasman otobüsüne bindin mi bir şekilde halledilir “ sözünü bu maçta da bir şekil halletmiş olduk. 

Nevaleler alındı, yola çıkmak için hazırlıklar yapıldı, arabesk besteler harekete geçti şoför de önceki deplasmanlarda gittiğimiz makara biri olunca yolun daha çekilir hale geleceği kanıtlandı. "Geç mi kalacağız  erken mi gideceğiz" derken aldığımız alkolle, havasız duman sahasıyla, makaralarla, tezahüratlarla yolumuza devam ediyoruz. Feribota yaklaştığımızda makaralar yine kaldığı yerden devam ediyordu, aslında burada bulunan herkesin özelliği çok mutlu olması değil, deplasmana çıktığında o mutluluğun tarifi olmaması gerçeğiydi.

Vapurun havası, tezahüratlar, sarhoş olanlar,  derken yolumuza devam ediyoruz. Yolda kısa bir çevirmeyle karşılaşıyoruz ama bu çok önemli olmuyor, sadece tedbir amaçlı diye düşünür derken “emanet “ konusu düşüyor dillere. Bunu da kısa sürede atlatıyoruz. Daha sonralarında acıkan mideler bir süre yerini sıcak bir çorbaya bırakıyor, kaldığımız yerden yol faslındayız tezahüratıyla, havası ve havasızlığıyla. Bir şekilde sonra şehire ulaşmış oluyoruz, herkes içeri girmiş oluyor bu süreçte biz hariç. 

Pankart kontrolleri derken amirin “Bu, tribün lideriniz biliyorum” demesi hiç sorun çıkartmıyor, ama çoğu deplasmanda gördüğümüz sıkı arama kontrolünden doğan “ayakkabıları çıkart bozuk para var mı bakalım “ demesiyle birlikte  bıkkınlık geliyor hepimize. Tribüne girer girmez yerimizi bir şekilde alıyoruz, pankartlar asılıyor.

İstanbul’dan gelen tek otobüs olduğumuz gibi gelen 30 kişi tribünün hakkını vermeye çalışıyor. Tribünlerde bir “ Abi “ görevi üstlenen, verdiği emeği tartışmayacağımız kişi olan  Dadaş Mehmet’i de unutmuyoruz, tribünün içinden kendisine selam ediyoruz. Tribünde genel bir kitle tribüncü kesimden değil de münferit bir kesimden oluşuyor, bunun da eksilerini daha sonraları anlıyoruz. Bandırma tribün yeri tribün olarak küçük bir yer olmasına rağmen yine de maçın gidişatı dahilinde  yerinde tezahüratlar olmasına dikkat ediyoruz. Arada da birkaç münakaşa/ tartışma ortamı oluyor, hiçbir şey yokken güvenlik ve polisin sanki düşmanmış davranmasına aslında şaşırmıyoruz. 

Pankart konusunda bile sanki biz Banvit’lilere saldırcakmışız gibi davranış tutumu içinde olmaları da bunu kanıtlar derecede oluyor. Tribün içinde el işareti yapan arkadaşın da  ufak tartışma neticesinde dışarıda bize yönelik  “Bunlar Fenerbahçe’li değil, terörist “ söylemi karşısında kendisi de bir şekil  hakkını alıyor. Tribün jargonuyla kendisi  ancak polis arkasından eser gürlemek zorunda kalır bundan sonra, ama karşılaştığında da hakkını verecek birileri çıkar. Bununla birlikte dönüş yoluna geçiyoruz.  Dönüş yolunda çoğumuzun sesi kısık, karanlık çöktüğünde girilen bestelerin hastası olduğumuzu buradan tekrardan yineliyoruz.

 Dönüş yolunda otobüsten ötürü de bir aksilik yaşanıyor, kısa süre sonra yolumuza devam ediyoruz. Bu deplasmanın kahramanı olan “ Koe” kardeşimizin de  herkesi kahkahadan geçirdiğini söylemek gerekir,ki o her zaman içimizden biri. Herkesin karnı acıkmış, yaklaşık 10 saattir yemek yemeyen insanların haklı bir isyanı olarak daha sonrasında klasik olarak Köfteci Yusuf’ta oluyoruz.  

Karanlık yolda bize Gülden Karaböcek'den "Ben Olmalıydım"  şarkısı eşlik ediyor bazen, bazen de o karanlık gecelerde söylediğimiz bestelerle kendimizden geçiyoruz. Gece, şehre indiğimizde kısılan seslerimizle iyisiyle ve kötüsüyle dumanlı ve hüzünlerimizin üstüne bir deplasman daha eklemenin gururu içinde oluyoruz. Söyleneceği gibi; gidilecek bir yolun kalmamışsa kendini deplasman otobüsüne bırakman en iyisi…

Cem Kurtuluş, Ocak 2018

05 Eylül 2023

"Yıllardan sonra,Yollardan Sonra" Deplase Ankara (03.09.2023)

 









“Hayat,deplasman dönüşü başlar “ sözü deplasman kültürü için klişe bir söz olsa da yine de hayatsız kalmış, geleceğe kaygılı bakanların işidir deplasman. Bunların her biri klişeden ibaret olsa da gerçeğin değişmediği malumdur. Herkes için aynı olmasa da bazıları için aynı kapıya çıkar. Bir bestenin söylediği gibi  “terso kalsak deplasmanda” bestesi aslında tribün jargonunu az çok bilenler için borç-harç alınıp deplasman şartları zorlanır. Birilerinin parası yoktur,çıkışmıyor başkasına verir ve bu muhabbet böyle uzar gider. Pandemi dönemi dahil yasakların olmasından ötürü, hem bilet fiyatları hem de Fenerbahçe yönetiminin tribün politikası nedeniyle  bir süredir deplase olamamıştık.

Çok uzak olmasa da bir süredir deplase olamamanın getirdiği durumla birlikte Ankara yoluna doğru nevaleleri yükleyip yola çıktık. Bunaltıcı sıcakların etkisini de göz önüne alırsak kısa süreli yağmuru görmek de yolda bir nebze iyi geldi derken, terse dönüp sıcaklar basmış oldu. Ufak bir servis içinde bağırmayı kendine dert edinenler olarak yola düştük. Tribünün belli kesmi erken çıkmıştı yola,bazısı da geç yola düşmüştü. Maçın da geç olması sebebiyle bu nedenle biz de geride kalanlardandık.

Ankara’yı önceleri gidildiğinde bolca tekel görme muhabbeti bu defa yoktu, yeni yolla birlikte kestirme yol biliyorsanız şoföre de durumu anlatırsanız şanslı sayılırsınız. Mevzuyu çok uzatmamak adına;önceleri 19 Mayıs Stadyumu daha kıyak yerdeydi. Şoförün kıyaklarından biri de aslında Emniyet ile çok dalavere içine sokmamasıydı bizi. Ankara’ya indiğimizde belli noktalar hariç, stada biraz da geç ulaştığımız için bu mevzuları kolay atlattık.

Stada girdiğimizde klasik olan polisin zorluk çıkarması ve 800 kişilik deplasman tribününe karşı işini becerikli şekilde yapılmaması ve bununla birlikte polis kaskları ve didişme derken zarla zorla da olsa yerimizi aldık,bununla birlikte polisin de biber gazı kullanımı oldu ki, deplasman tribününün az sayıda olduğu yere bu kadar eziyet çekiliyorsa diğer türlüsü nasıl olur malumdur.Tribüne çıktığımızda en üst noktalar her zaman tribün için en iyi noktalar desturu bellidir. İstanbul Tayfası olarak bağırmak için ciğerini orada bırakmış olanları görüyoruz. Bizimle birlikte de önemli olan çokluğun değil,niteliğin önemli olduğu kanıtlanıyor.

 Farklı şehirlerden gelmiş tonlarca insan bağırmaya aç şekilde tribünde tribünün hakkını vererek ve o coşku ile bunu kanıtlıyor. Yıllardır olduğu gibi Fenerbahçe Tribününün deplasmanda ezici üstünlüğü bu deplasmanda da devam ediyor. Biz de deplasman tribününde ses tellerimizin yok olurcasına hakkını verdiğimiz için deplasman otobüsüne bindiğimizde ışığı kapatarak,ilk biramızı yudumlayarak bestelere devam ediyoruz. Yorgunluğun hayatsal tarafı daha ağır olsa da yine de “yıllardan sonra,yollardan sonra” diyerek şoför abi çorba bulmak için yola düşerken,bizler de besteye devam ediyoruz…

 Ne de olsa hayat telaşında yorgun, bir o kadar bitkin olan deplasman otobüsünde sabah o kısık sesleriyle işe gidecek olanlar var daha,ama yine de bunun anlamında saklı olan şeyi herkes idrak edemez.  #AlemdeFener

Cem Kurtuluş, 2023 Eylül

19 Ağustos 2023

Pornografik Şiddetin Dünyadaki Gerçekliği: Mukavemet (2022)

 












“Bizim pornografik şiddet dediğimiz sahneler eleştirdiğimiz dünyanın gerçekleri maalesef. Ve bu gerçekleri hayatta var olduğu hâliyle anlatmak istediğinizde bu denli sahneler ortaya çıkıyor.”

 (Soner Caner)

“Mukavemet”  Arapça “kwm” kökünden gelen “mukawama”(t)”karşı durma,direnme”sözcüğünden alıntıdır.(Nişanyan Sözlük)

Günümüzde de daha çok kullanıldığı yer ise polis ile girilen tartışmalarda “Polise Mukavemet etti” olarak da çok söylenmiştir.Hiç şüphesiz ki Mukavemet sözcüğünün gideceği yer bir o kadar öfke ve şiddet ile ilintilidir. Bir yerde direnme ve karşıtlık koymak vursa da bunun da sonunun şiddete dönüşeceği kaçınılmazdır.

Buradan yola çıkarsak… şiddet unsurlarının öne çıktığı ve çıkacağı,pek çok zorluktan geçen “rahatsız edici” film rafına koyabileceğimiz,bir o kadar psikolojik gerilim örneklerinden biri olsa da pek de tam o noktaya yaklaştıramayacağımız  “Mukavemet” sonda söyleyeceğimi başta söylemek gerekirse; yaklaşık 14 günde tamamlanıp 7 defa baştan sona çekilen  film. Tek plan çekimin zorluğu da buraya devreye giriyor.

Başlangıç itibariyle telefon trafiğiyle başlayan daha sonra da tek mekanlı odamıza dönüyoruz. Baş karakterimiz Rahmi’nin evine girmesiyle birlikte film, gerilimin içine yerleştireceğini bize ucundan hissettiriyor.Aynı evi paylaşan Rahmi ile Ecem’in Rahmi tarafından Rahmi’nin hal ve hareketleriyle Ecem’e güvenmediğini anlıyoruz,bu tam  belli olmasa da “Nasılsın” sorusuna “iyiyim” cevabındaki soğukluk ve bir o kadar içine kemiren bir düşünce hissiyatı filmin başından itibaren seyirciye hissettiriliyor.

Bunun yanında kendi yiyecek yemeği kendi hazırlayan Rahmi’nin sıkıntısı burada açık veriyor,ve bu esnada da Ecem’in telefonunun çalması ve aniden sessize alınması  bizi sıkıntılı yolculuğa çekeceğini gösteriyor. Rahmi;sessiz,sakin,bir o kadar tedirgin psikoloji içerisinde olurken, Ecem’i bu bölümlerde günlük tepkilerle ölçüyoruz. Yine de bunların hepsinin ileriki süreçte kıskançlık ile başlayan bir şiddete dönüşeceğini seyirciye hissettiriyor film.

Ağır ağır ilerleyen sessizliğin yükseldiği bölümlerde ve aralarında soğukluk olduğunda Rahmi’nin Ecem’in telefonunu alarak kıskançlık krizine girmesi sonrasında filmin dili de,boyutu da değişiyor. Burada Rahmi’nin tipik bir erkek olarak hesap sorma evresine giriliyor.Oda ışığı atmosfere de burada ayrı katkı sağlıyor, Ecem’in “sen siktir git diyemecek kadar zavallısın,işte sen bu kadar acizsin” cümlesiyle başlayıp ve daha sonrasında  eski sevgilinin kapıya dayanmasıyla film bizi buralarda öfke ve şiddetin içine davet edeceğinin sinyalini veriyor.

Rahmi’nin de öfkeden deliye dönen haline burada tanıklık ediyoruz. Rahmi’nin kıskançlık kriziyle deliye dönmesinden Kazım’a söz hakkı tanımadan saldırmasından sonra Ecem’e karşı tek argümanı ise “ya içeri girseydi ne olacaktı. Ben,bizi korumak için yaptım” cümlesinden  ibaret oluyor. Şaşkınlık,yaşanan durumdan olan panik ataklar,sinir krizleri,”nasıl yaptım ben bunu” bakışları ve burada şiddete davet ediyor film bizi.

Rahmi’nin Kazım’ı küvete taşıyıp öldüğünden emin olmamışçasına Rahmi bu defa o kana bulaşmış ellerinden aldığı güç ile Kazım’ı öldürüyor. Bu sahneler kimileri için kan dondurucu,kimileri için rahatsız edici olabilir,ki sinemada bunu izleyenlerin de filmin ilk yarısında çıktığı pek çok yerde söylenmiştir. Rahmi’nin bakışlarında eğer bir defa kanın içine girmişseniz,gerisinde de bunu istersiniz bakışlarını görüyoruz. 

Bu sahneler tek mekan olduğu için adımlar,Rahmi’nin küvete sürükleyişi hepsi el kamerası ile gösteriliyor bize. “Aciz misin” diye Rahmi’ye haykıran Ecem’in Rahmi’den ölesiye korkan Ecem’i görüyoruz bu sahnelerde. Sakin ve sessiz bir insanın bir yandan “herkes insan öldürebilir” söylemini söylüyor film bir yandan. Rahmi’ye baktığımızda yakışıklı bir o kadar sakin,etrafa zararı olmadığı görülse de bunların hepsinin tam tersi olabileceğini bize bu bölümlerde gösteriyor.

Bıçakla kol altından Kazım’ı kesmeye başladığı sahneler ise rahatsız edicilik boyutu olarak da oyuncu olarak Selahattin Paşalı’nın da zorluk derecesi performansına tanıklık etmemizi sağlıyor. Rahmi karakterini canlandıran Selahattin Paşalı çok üst seviye bir performans sergiliyor,kendisine partner görevi üstlenen Ecem karakterine can veren  Ece Çeşmioğlu’da bütün bu dehşet anlarına tanıklık etmesiyle geçirdiği sinir krizi ve korku duygularını etkili şekilde ortaya koyuyor. Ama ağlama anlarının abartıldığı ve yapmacık durduğunu söylemem gerekiyor,ki pek çok seyirci bu anların kendilerine geçmediğini söylemiş. 

Bütün bunlar olurken küvete dekor olarak mavi fayansların açısından ise daha gerçekçi bir seçim olmuş.

Filmin ilk yarısında daha çok ekmek bıçağıyla Rahmi’nin Kazım’ı parçalara ayırışı, kan dolu sahneler ve daha sonra Rahmi’nin tükenmişliği ve yorgunluğu ekleniyor bütün bunlara. Böylesine bir zamanda kesilen bir kolun mavi çöp poşetine koyulması bir o kadar hem alakasız hem de komik bir detay oluyor. Filmde bahsedilen “Rukiye” karakterini filmin başlarında yatak odasında tartışmalarından, bir de Ecem’in Rukiye’yi arayarak” Rahmi, Kazım'ı öldürdü,beni de öldürecek” feryadında bulunarak duyuyoruz. 1 saatlik zaman diliminde Rukiye’nin isminin geçtiği yerler buraları oluyor. Ecem’in de çok konuşmadığına, sadece korkudan dolayı iç çekişlerine,ağlayışlarına tanıklık ediyoruz.

Bir yerden sonra bu ağlayışlar ve verdiği tepkiler pek de yerinde olmuyor.Filmin konusu iyi olmasına rağmen işlenebilirliği zayıf noktada oluyor.Rahmi karakteri üzerinde çalışılmış olsa ve ,belki de tek mekan olmasaydı daha da üstüne düşünebilirdi. Ama sadece banyoya sıkışılmış ve Rahmi’nin kan banyosu içinde cinayeti işlendiği an’a hapsoluyoruz.  

Filmin çoğunluğunda Rahmi’yi sadece kol kesmekten ve vahşetin içinde olmaktan  ibaret görüyoruz,Ecem’i de ağlamaklı ve korkulu hallerden başka şekilde göremiyoruz. Rahmi’nin kendi kendine konuşmaları ve bazen sesinin az gelmesi de bir teknik aksaklık olarak söylenebilir,çünkü Rahmi karakterini oynayan Selahattin Paşalı’da MUBI’ye verdiği röportajda çok defa sahnelerin tekrarlandığını,artık depresyona girdiklerini bazen sesinin gittiğinin ve ekipten ziyade kendisi” artık olmayacak” durumuna geldiğini belirtiyor.

Filmin finaline doğru ilerlediğimizde polisin olay mahaline gitmesiyle yönetmen biraz olsun seyirciyi kasap ortamından alıp soruşturma sürecine ışınlıyor. Bu bölümlerde de filmin başından itibaren Ecem’in arkadaşı olarak tanıtılan Rukiye’nin polise ifadesi ile başlayan Kazım’ın evli oluşu ve polise gittikleri esnada “mesajların yetersizliği” gibi detayları öğreniyoruz.  

Gazete sayfalarında,haberlerde gördüğümüz korkunç içerikli haberleri de aslında Rukiye’nin ağzından duymuş oluyoruz. Tam anlatmasa da polisin “yeterli delil olmamasını”söyleyip çok da önemsememesiyle başlayan cinayetler zinciri ülkede görülen anlamak için mümkün. Ama bu bölümleri film oldukça kısa tutması bu açıdan filmi zayıf bırakıyor. Karşı komşusunun cinayetten haberdar olması gibi detaylar da buna eklenebilir. Bir o kadar komik polis tasvirlerini de görmüş oluyoruz.

Dehşet dolu parçalanmış bir ceset karşısında hiç sanki cesede bulaşmamış gibi davranan polis ve hiç olay mahallinde sakince hiçbir şey olmamış çıkan sevgilisiyle telefon konuşması yapan polis... Bütün bunlar bu kan banyosunu gösteren vahşet havuzunda ortamı yumuşatmak için yapılan hareketlerden olması da çok olası. 

Oyunculuklara gelirsek… “Rahmi” karakterine can veren Selahattin Paşalı;filmin başından sonuna kadar korkunç bir ruh halini,vahşetin nasıl olabileceğini, çocuksu yüz hattıyla öfkeden deliye dönmenin en üst evrelerini bakışlarıyla fazlasıyla gösteriyor. Ecem karakterine can veren Ece Çeşmioğlu, korkunun meridyenlerinde iç çekişlerle korkudan bir şey yapamamanın şaşkınlığını gösteriyor bizlere. 

Oyunculuk konusunda "Aşk 101" olmak üzere kendisini daha çok dizilerde gösteren Selahattin Paşalı’nın dizilerin aksine böyle filmlerde yer alması bu sinemaya çok değer katar. Filmde mekan,dekor konusunda iyi seçimler yapılmış,bunun haricinde teknik anlamda “Rahmi” karakterinin nefes alışları,konuşmalarından daha etkili. Film bu konuda ses ve birçok açıdan zayıf kalıyor.

Sonuç olarak; "bu coğrafyada doğan erkekler doğuştan bir hastalığa yakalanıyorlar ve ben bunun filmini yapmak istiyorum"diyen bir yönetmenin elinden çıkan bir film “Mukavamet” 

Birçok açıdan eksikleri, kusurları olmasına rağmen,bunun bilinciyle ortaya çıkan tek plan çekmenin zorluğuna rağmen 14 günde bitirilip 7 kez baştan sona çekilmiş olup seyirciyi rahatsız etmek üzerine kurulu. Bunu yaparken de bu rahatsız ediciliği seyirciye yedirip,seyircinin de filmin ilk yarısında çıkabileceğini hesaba katmamış olabilirler,ama gerçeklik fikriyle filme gidenler bunun ne demek olduğunu anlayacaklardır,ki oyunculara göre de filmin teması seyirciyi rahatsız etmek teması üzerine kurulu.

Konusu itibariyle daha saf,daha gerçekçi, film anlatısı itibariyle daha vurgulu olması gerekirken daha çok tek mekan içinde bir mezbahanın içinde olmuş gibi hissettiriyor. Bununla beraber de karakter gelişimi konusunda sınıfta kalıyor.Bu coğrafyadaki erkeklik durumuyla alakalı Selahattin Paşalı son noktayı şöyle işaret ediyor

“Mukavemet”te bu coğrafyaya doğan erkeklerin toplumsal sebepler yüzünden yakalandıkları “erkeklik hastalığı” ön planda. Şiddet de bunun sonucu.”

İnsanın ruhunun derinliklerinde şeytani bir taraf hep olduğunu da haykırıyor "Mukavemet" belki bunu çok başarılı şekilde işleyemiyor,ama "Rahmi" karakterine odaklanınca sessiz ve tuhaf bir insanın nereye evrildiğini görmek kaçınılmaz oluyor.

Cem Kurtuluş,2023

02 Ağustos 2023

7.Koğuştaki Mucize (2019)










Filmleri film yapan en büyük unsur; gerçeklerden iz süren hikayeler taşıması bunu güçlü bir senaryoyla birleştirmeleridir. Senaryolar; iyi oyuncularla etkili bir film ortaya çıkarırlar. Burada mevzubahis ne senaryonun iyi olması,ne de oyuncuların. Gerçeklikten kasıt ise;gerçek gibi hissederek etkileyici şekilde kurgulanması ve asıl mesele seyircide iz bırakan ve dokunaklı şekilde filme yansımasıdır. “Başlangıçta ismi “Yedi Numaralı Hücredeki Mucize” olan film, sonradan 24 Haziran’da alınan bir kararla “7. Koğuştaki Mucize” olarak ismi konuyor.”   Sadece bu değil, film aynı zamanda  bir Güney Kore filminden sinemamıza uyarlanıyor. “7. Koğuştaki Mucize”  sıkı yönetim yıllarında Ege kasabasında olan bir hikayeyi konu alıyor.

Film; Amerika’nın Irak bölgesini işgal edilen dönemde İngiltere hükümetinin Amerika’ya destek vermesi sesleriyle açılıyor ve daha sonrasında idam cezasının kaldırıldığını televizyon ekranında göstermesiyle başlıyor. Seyirciye bu ayrıntıları gösterdikten sonra asıl hikaye olan Ege kasabasına ışınlıyor seyirciyi.

Bu hikayede baş kahramanımız “Memo”  zihinsel engeli olan, aynı zamanda aklını kaybetmiş biri olarak değil karşımızda; daha çok hayvanlarla içli-dışlı, içi iyilik,insanlığa dair umudunu kaybetmemiş, çoğu yerde gülümseyen, derdini anlatamayan ,şeffaf bir karakter ile karşımıza çıkıyor. Kızının okulda başarı belgesi almasıyla; filmin başlarından itibaren okul öğrencileri babasıyla alay ettiği sahne ile film başlardan itibaren seyircide burukluk yaşatacağını gösteriyor.  

 Babası ile aynı akıl yaşına kız olduğunu çok geçmeden öğreniyoruz. Hikayenin ileriki kısımlarında bir komutanın kızına aldığı çantayı Memo’nun çok istemesine rağmen kızına almak istemesiyle başlayan süreç ile hikayenin dram yönü kendini belli etmiş oluyor. Filmin en buruk sahnesini  de kızının, babasının komutandan tokat yemesi sonrası babasına sarıldığı sahne seyirciye baştan itibaren hüznü yaşatmayı biliyor.

 Alay edilen Memo’nun, bulunduğu bölgede Komutan’ın kızının  kendisiyle alay edilmesi sonucu küçük kızın  ölümüyle sonuçlanan hikayede Memo hüküm yemek zorunda kalıyor. Bu hikayede  ve bölümde Memo karakteri seyirciye iyilik kapılarını sessiz şekilde açıyor. Yapmadığı suçtan hüküm giyen,derdini anlatamayan, herkesin gözünde “katil “ sıfatıyla yargılanan bir karakteri izliyoruz karşımızda. Aynı zamanda  yapmadığı bir suçtan askerlerce zorbalık yapılarak itirafı alınan zorla suçunu kabul ettiren sıkı yönetim yasasını anlatıyor bize film. Askerlerce dövülen,zorla itiraf edilen MEMO’ya karşı kızı Ova’nın askeri aracın önünde durması da güçlü bir baba-kız sevgisinin dramını yaşatıyor seyirciye.

 Filmin ilk yirmi dakikasında “ bu çocuk dediğin anarşistler memleketi yakıyordu az daha “ edilen cümle de sıkı yönetim yıllarına dair bir mesaj oluyor. Film, hikayesini daha sonra Memo’nun suçu olmadığı halde,ezilmek zorunda kaldığı hapishane günlerine çeviriyor. Bu hayatta Memo; masumiyetini de iyiliğe olan dünyasını da birilerini öğreteceğini film bize daha izlemeden söylüyor aslında.

Memo; dört duvarlı hapishaneye girdiğinde askerlerin sıkı yönetim yasalarınca uygulanan sert müdahalesine daha içeri girmeden uğruyor,daha sonrasında sorgu-sual söylenmeden herkes kendisine düşman kesiliyor. Ne sözü dinleniyor,ne cevabı bekleniyor. Hayatta bazı masumların cevapların beklenmediği gibi, Memo karakterinde de biz bunu görüyoruz.  Hikaye “ Memo” karakteri üzerinden ilerlese de hüküm giymiş suçluların yaşantılarına film ayrı parantez açıyor, özellikle hapishanede mahkumlardan birinin “ bırak dede efendiyi, allah baba bile burayı ıslah edemez “ sözüyle noktayı koyuyor.

Bu konular bir yana; filmde sıkı yönetimin her şeyi olan askere ayrı parantez açılıyor; hapishane müdürü her ne kadar yetkili olan tek kişi olsa da sözün dinlendiği tek merci sıkıyönetimce oraları idare edenler, dönemsel yönden de bunun altı çiziliyor. Hapishane ortamı bazen suçsuzlara bile daha kendisini tanımadan en ağır cezayı verir. Memo’nun düştüğü hapishanede bir Türkiye Mozaiği çiziliyor. Karadenizlisi,Egelisi, ve türlü türlü karakterlere yer var. Memo’nun suçunu öğrenen Askorozlu ile başlayan koğuştan herkesin Memo’ya sorgusuz/sualsiz saldırmaları da bir acımasızlık örneği oluyor.

Askerin koğuşları bastığı esnada mahkumlara da “Yarbay” rütbesini de yüzbaşı “Allah” olarak tanıtarak da her şeyden çok biz varız mesajı veriyor. Bu da eski 1980 dönemlerinde zorbalık yapan askerleri hatırlatıyor.

Suç işlemeyen zihinsel engeli olan,derdini anlatamayan iyilik dolu dünyasıyla Memo ve dört duvar arkasında babasına seslenen Ova adında küçük kızın destansı sevgilerine tanıklık ediyoruz. Film genelinde de “ Ova “ karakteri en az “ Memo “ karakteri kadar etkili oluyor. Sıkıyönetim bunda da etkili oluyor, hapishane müdürünün askerlere “ yazıklar olsun” serzenişi de döneme mesaj yolluyor. Filmde küçük kız “Ova” üzerinden ölen insanlara “melek oldu “ denmesi ayrı ince nokta, her ne kadar “ cennet-cehennem “ kavramı üzerinden ilerlese de bu, çoğu yerde bunun vurgusuna tanıklık ediyoruz.  

Filmde sadece tanıklık ettiğimiz bu olmuyor; içeri düştüğünde askerler tarafından “ katil” diye içeri atılan Memo’yu aşağılayan, deli sıfatıyla hor görenlerin Memo’nun masumiyetine dair bir perde aralaması ile film izleyene iyilik/kötülük kavramları arasında sorgulama içerisine girip “ her şeyden bu kadar emin olmayın” mesajı veriyor.

Sıkı yönetim dönemine dair hapishane duvarlarında yazılı “ Edeple gelen,saygıyla gider “ yazısı bir ders niteliğinde mi bilinmez; ama  en azından hapishanelerde ilk gelene böyle davranılmayacağı aşikardır düşüncesini akla getiriyor.Çünkü Memo gibi edeple gelen bazen saygı ile gitmiyor. Orada da suçu olmadan soru sorulmadan zorbalığa maruz kalan Memo’nun izinden gidiyoruz.

Filmin ikinci yarısında Memo’nun dünyasının ardındakiler ve Memo’nun iyiliğine inanan insanlar arasında seyreliyor. İyilik ve kötülük kavramları buralarda ayrılıyor. İşlememiş suçu çekmesin diye kendini feda edenler tarafından da film içimizi cız ettiriyor. Hapishanede bir aile havası yaratılması rakı sahnesi ile birlikte ve muhabbetin artmasıyla açığa çıkıyor. Bir kızı öldürmek üzere suçlanan Memo’nun aslında altın bir kalbe sahip olduğunu da Askorozlu ve arkadaşlarının davranışlarının değişmesinden anlamış oluyoruz.  Askorozlu’nun öldürülecekken hayatını kurtararak ve insan öldürmenin “günah” diye haykırıyor Memo.  

 Ova’nın babasına getiriliş sahnesi ile başlayan süreç hapishane mahkumlarınca bir sevgi ortamını gösteriyor yönetmen bize. Suçsuzluk,adaletsizlik,acımasızlık ve bir o kadar askeri zorbalıkların dayatıldığını suçsuz biri olmasına rağmen şahiti ortadan kaldırmak Yarbay Aydın’ın delilleri yok etmesiyle anlamış oluyoruz. Yarbay Aydın bize filmin başından itibaren üstten bakış açısıyla statü fark etmeksizin aşağılayan insan kesmini hatırlatıyor. Kendisinin karakteri bir yana, Üst rütbeli bir babanın kızının başka kızlara bakışı da aynı netlikte oluyor. . Filmdeki kötü karakter hüviyetine bürünenlerin iyiye dönüştüğünü “Memo” karakteri üzerinden anlamış bulunuyoruz.

 Senaryosu Kubilay Tat’a ait olan filmde; filmin merkezinde  neden asker yerleştiriliyor ya da askerler üzerinden bir mesaj mı verilmek istenmiş? Bu da filmin ayrı bir detayı oluyor. Devamlı askerin zorbalık unsurunu göstermesi senaryoyu itici göstermiş de olabiliyor. Askerler geçmişte bu tür vakalarda bulunmuş,bunun üstü kapatılmış dönemler olmuştur. Yine de farklı fikirlerle sadece askeri düzenekler yerine daha etkili formül üzerinden bir senaryo yaratılabilirdi.  Filmde daha çok engeli olan Memo tuzağa düşürülmüş konumda olurken, askerler de zorbalık yapan bir statüde oluyor.  

Suçu olmayan zihinsel engelli birinin suçu olmadığı halde askerler tarafından silahın namlusunun kendisine çevrilmesi de bir o kadar ağır bir sahne olarak yerini alıyor. Film;Muğla ve Beykoz’da çekimleri yapılıyor. Sinematografik açıdan doğayla iç içe,günbatımı ve renk olarak seçimi ve genel başarısı Torben Forsberg imzasıyla yerini alıyor. Bununla birlikte filmde 80'ler dönemine ait unsurlar da yerini alıyor. Mehmet Ada Öztekin'in 23 Nisan töreni ile başlayan pürpak giyinen ilkoğul öğrencileri, kaymakam,asker,komutan ve protokol ile devam eden mutlu bayram sabahlarını gösteriyor bize. 

 Bunun yanında kurgu koltuğunda oturan Ruşen Dağhan ismi ise dikkatlerden kaçmaması gereken bir isim. Parçaları birleştirmek konusunda ve müziğin atmosfere uyumu konusunda nitelikli bir iş çıkarıyor,ki  müziklere imzasına atan Hasan Özsüt oluyor. Filmde diğer bir detay ise filmin bir bölümünde “Gündoğdu MARŞI” na yer verilmesi,ki olayların ardını örtmesi için “karşıt görüş” referansından yola çıkıyorlar. Gündoğdu Marşı ile ortada sağ/sol kavgası yokken buna yer verilmesi absürd olmuş.

 Oyunculuklara geçecek olursak…  “Memo “ karakterine hayat veren  “ Aras Bulut Iynemli “  rolü sadece oynamakla kalmayıp çocuk ruhlu olmanın da hakkını verdiğini söylemek  gerek ki kendisi de bu rolün kolay olmadığını,ayrıca bu rol hakkında notlar aldığını da belirtmiş. Türkiye’de de böylesine hem çocuk ruhlu oynamayı hem delilikle örtüşen bir role bürünüp bunu böylesine inandırıcılıkla oynamak tabiri caizse her baba yiğidin harcı değil cümlesini akla getiriyor. 

Aras Bulut ne kadar film genelinde etkileyicilik namına iz bırakan isim olsa da, bir o kadar küçük kızı oynayan “ Ova“ karakterine hayat veren Nisa Sofiya Aksongur de bir o kadar etkili izlenim bırakmayı başarmış, bunun yanında   Vatanım Sensin dizisinden tanıdığımız ve tiyatrocu geçmişiyle bilinen  Celile Toyon başarılı bir şekilde oynuyor. Filmde bütün karakterlerin önemli bir özelliği tiyatrocu bir geçmişe sahip olmaları. Gerek İlker Aksum (Askorozlu)  gerek Mesut Akusta (Yusuf ), Gerek Sarp Akkaya (Müdür Nail )   gerek Yıldırım Şahinler de  bu isimlerden bazıları.

Bir filmin hikayesinin tek oyunculuğa sınırlandırılması çok kez defa tartışma konusu olabilir; ama bir filmde başrol kadar yan karakterler filmin hikayesini belirler. Bu hikayede “Hafız” karakteri verdiği cevaplarla ve duruşuyla başka yerde dururken, Yusuf karakterine can veren hiç konuşmasa bile sadece bakışıyla,sessizliğiyle bazı şeylerin anlaşılacağını bize Mesut Akusta öyle anlatıyor ki susmak tek çare kalıyor.

 Sonuç olarak;Güney Kore yapımı ”Miracle in Cell No. 7” adlı filmden uyarlanan senaristliğini Kubilay Tat,yönetmenliğini Mehmet Ada Öztekin'in yaptığı  “7.Koğuştaki Mucize “pek çok eleştirmenin “ salya sümük  ağlatmayı başardığı”  sözünü kanıtlamasının yanında   nitelikli oyuncu kadrosuyla,  buram buram burukluk ve hüzün adı altında Türk sinemasının son zamanlarda çıkardığı dokunaklı,hüzünlü, yer yer gülümseten ve insanın kalbine dokunan  kaliteli işlerden. Gişeye oynamasının yanında sadece gişeye oynayarak değil de insanın içini cız ettirmesiyle, hüzün ve burukluğu harmanlayarak bu topraklarda yaşanılanları etkili bir şekilde işlemesini  iyi bilirliğiyle zirveye oynadığını ispat ediyor.

 İzlerken Altını Çizdiklerim:

 

“ Bırak dede efendiyi, Allah baba bile burayı ıslah edemez “

 “Anamdaki Müslümanlığa hiçbir kitapta rastlamadım”

“ne var lan bunun içinde

Konyaklı hafız abi

Siktir lan münafık “

 

“ bu çocuk dediğin anarşistler memleketi yakıyordu az daha “

 “odaklanınca ne oluyor dört duvar kalkıyor mu?”

 “ ben ne içerde,ne dışarda yaşayamam

Güneş bana haramdır”


 “ilk taşı günahsız olanınız atsın”

 “kendi kızına kıydıysan başka çocukları kurtaracaksın”

 Cem Kurtuluş, Ocak 2020

17 Mayıs 2023

Gaddarlığın Gecesi; SUFFOCATION& CARNOPHAGE (LIVE IN ISTANBUL, 16.05.2023)


 








Öyle noktaya erişirsiniz ki yalnızlığınızda aslında kaosun içinde var olmak kendini unutana kadar içip de kafanın gözünü duvarlara vurmak sana iyi gelebilecek noktadadır... Çıkış yolunun kalmadığı zamanlarda insanın psikolojisi delilik seviyesine eriştiğinde başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Böyle yazıya girişme nedenim nedendir bilmem ama kendi dünyamızdan bakış açısıyla olması da bize kalsın.

 Lafı uzatmazsam; 16.05.2023 gecesi tarihi bir geceye tanıklık ettik.  Mevzu bahis konusu Amerikalı Old School ve yıllarca gaddarlığıyla bilinen SUFFOCATION olsa da bazen kritiklerde sözü olmayan alt gruplar vardır; ben ondan söz edeceğim; çünkü bir grubun sahnedeki vahşiliği,samimiliği,dürüstlüğü ve Death Metal adına hayvaniliğine “Carnophage” ile fazlasıyla şahitlik ettik.

 Yılların eskitemediği gruplardan biri olduğunu “Carnophage” bir defa daha bize gösterdi. Bu ortamlarda oluşu yaklaşık 16-17 senelik bir zaman dilimine dayanıyor. Yıllardır izlemek istememe karşın bir türlü tarihlerin uyuşamaması ve türlü sorunlardan ötürü bugüne kadar izleyememiştim kendilerini, dün gece bu açlığımı giderdiler. “Oral Akyol” ise  TR sahnesinde görülebilecek,emeğin hakkını fazlasıyla veren ruhunu tamamen sahneye aktaran frontmenlerden olduğunu bir defa klasıyla gösteriyor.

 Kendisinin de dediği gibi “Carnophage” değil olay burada aslında TR sahnesinde şu an emeğini akıtan herkesin ruhu var diye haykırdı kendisi. Grupların isimlerini saysa da asıl mevzunun bu sahneye hakim olanların ruhu desek  söz asıl yere gider. Yeni albümle alakalı müjdeyi de buradan verdiğini söyleyelim. Yine gaz,yine canice ve gaddarlığıyla sahnelere hakim olacaklar. Alt gruptan böyle pestili çıkar vaziyetten ayrılınca enerjinin azalması mümkün olabiliyor.

 Kapı önünün kalabalığının ardından alkol seviyesini yükseklere çekmek ve konserin yakınına doğru tek Tekel Bayi’nin bulunmasıyla bira arayışlarıyla kısa sürede BİRA’yı temin edip agresifliğe devam modumuzu SUFFOCATION’ın sahneye çıkmasıyla başlatıyoruz.Amerikalı  Old School Death Metal grubu SUFFOCATION bütün gaddarlığıyla boğazın karşısında gaddar seyirciyi selamladı. Logoyu görmemizle birlikte seyircideki coşku, agresiflik, gaddarlık üst seviyedeydi. SUFFOCATION, gaddarlığın açılışını “ Thrones of Blood “ ile yaptı.

 Konserlerinde devamlı seyircinin kurduğu ilk parçalar arasında yerini almıştır. “Frunk Mullen” in sahnedeki gazının açıklaması çok az şey ile açıklanabilir.Devamlı seyircinin ortama girmesini gaddarlığa katılmasını sahneden vücut diliyle teşvik ediyordu. “Catatonia” nın çalınmasıyla birlikte gaz daha iyice artttı, kaosun içinde kendimize yer bulmaya çalışıyorduk. Grubun her elemanının seyirciye yakınlığı ile birlikte enerji, mekanın her yerine yayılmıştı. Sıralama faslını geride bırakırsak aslında grubun diskografisinde her zaman kült albümün kült şarkısı “Pierced from Within’ oldu.Bunla da bizi tokatlayarak gösterdiler. 

Yine eskilerden 1991 yılından “Effigy of the Forgotten” ile tekme tokat dalmaya " daha yeni başladık" dercesine üstümüze saldırıyorlardı.Bunlar olurken ses sistemindeki muazzamlığını teknik ekibine şapka çıkaralım. Eric Morotti’nin davuldaki kusursuz performansı taramalı tüfek gibi beynimizin içinde yankılandı. Bir futbol takımı gibi temiz oynadılar, gaddarca yönettiler sahneyi. Bir ara konser esnasında bir mevzu oldu grup orada “acil yardım” çağrısında bulunarak da ilk yardımı çağırdı sonra mevzu fazla uzamadan konser kaldığı yerden devam etti…

 Bütün şarkıları teker teker yazmak yerine bütün gaddarlığın yayıldığı bir geceyi izlediğimizi söylemek daha yerinde olur.  Alkolün de tozunu arttırmasıyla seyirci, grubu; grup da seyirciyi gazladı.  Bu maçın ilk dakikasından son an’a kadar devam etti…

 Bu konserde Egerock35 tayfasının emeklerine böyle gaddarca bu ortamı hazırladığı için, sorunsuz şekilde ses sistemindeki muazzamlık ile kulaklarımızın pasını silmek haricinde bir de bu kaos ortamına katkı sağladıkları için dev teşekkürler! Bununla birlikte Bursa,Samsun,İzmir,Ankara,Antalya ve onca yerden gelerek bu gecenin katliamına  katılan öfkeyi yayan tayfaya  dev teşekkürler!

Cem Kurtuluş, Mayıs 2023


04 Nisan 2023

Savaşın Ağır Tahribatı: Sodom - M16 (2001)


 








Kuşkusuz savaş tarihinin en kanlı savaşlarından biri Vietnam savaşıydı. Çocuğundan gencine uzanan bu savaştan çok kayıp vermesine rağmen Vietnam galip çıktı, buna rağmen 1.5 milyon insanını yitirdi. Ho  şi Minh savaşla ilgili "Tüfeği olanlar tüfekleri, kılıçları olanlar kılıçları, kılıçları olmayanlar küçük çapa ya da sopalarıyla savaştı. Her mezra ve cadde birer kale, her insan bir savaşçı, her parti hücresi bir kurmay heyeti gibiydi.”  diyordu. Vietnam savaşı mevzusunu çok uzatmazsak  bu savaşla ilgili tonlarca kitap yazıldı, bununla birlikte  albüm teması olarak müziklere acımasızca  yansıtıldı.  Bu demirbaş albümlerden biri de 2001 yılında Sodom’un savaş ruhunu hissettirdiği “ M16” albümüydü.

 Albüme geçmeden önce Sodom’un beyni Tom Angelripper’in Vietnam savaşı temasıyla ilgili söylediği “[M-16 aslında] bir konsept albüm değil. Bu sadece Vietnam hakkında sözleri olan bir Sodom albümü.” cümlesini belirtmek de yarar var. 

Pek çok kimse tarafından bu albümün konsept albüm görüldüğü bilinir. Albümün “M16” isminin seçilmesini “Benim için M-16 tüfeği, Vietnam Savaşı'nın bir simgesi. Silah tarihi ve Amerikan silahlarıyla gerçekten ilgileniyorum - avlıyorum, silah topluyorum. Silahlara karşı her zaman özel bir ilgim olmuştur” cümlesiyle anlatıyor Tom Angelripper.

 Albümün girişi “Among The Weirdcong”  bütün enstrümanların çalıştığı, saldırgan hissi veren  kaosa davet eden tempo yönünden dinamik makineli tüfek sesleri arasında atmosfere sokan savaşın tahribatı üzerine lirikleriyle şeklini alıyor. Parçalanmış beyinler,çürük etler, ölü adamlar da geride kalanlar oluyor. “I Am The War”  temponun düşmediği “I am The War” nakaratlarının tekrarlandığı saldırganlık hissiyatının devam ettiği, kafa koparmanın nasıl bir şey olduğunu gösterme hissiyatını vurgulayan Tom’un kızdırıcı vokaliyle zirveye çıkıyor. “No teardrop dims my savage eyes”  nakaratıyla  şarkının ana temasını açığa çıkarıyor. 

Albümün demirbaşlarından,dinamiklerinden, savaşla ilgili duygu durumunu en iyi ifade eden,melankolisi yüksek  şarkılardan ve bir o kadar agresifliğin önde olanlarından “ Napalm  In The Morning“  introdaki   "I love the smell of napalm in the morning/It smells like victory"  cümlesiyle açılıyor.  Aynı zamanda burdaki intro Apocalypse Now filminden alınmıştır. Napalm bombalarının katliam yarattığı vahşice insanları öldürmesini resmediyor şarkı. (Ek bir bilgi olarak 1965’te Vietnam’A karşı kullanılan bu bombalar 1980 yılında sivil halka karşı kullanılmış olduğundan yasaklanıyor. ) Tom’un kızgın vokali, Bernemann’ın riffine ayrı parantez açmak gerek.

 “Minejumper”  Bobby Schottkowski  ve Tom Angelripper’in başka boyuta geçtiği agresiflikten ödün vermediğine tanıklık ediyoruz. “Violence is just a friend”  liriğiyle  ana fikri özetliyor. İşkence ve imha edilmiş hayatlar, delilik perdesi, ve soykırımdan yaşanmış acıların toplamı “Genocide “ile haykırılıyor. Tom’un kızgın vokali, o öfke tufanına tanıklık etmek zor değil. “ Little Boy “ ile anti-god temasıyla özetliyor şarkıyı. Ölüm ile yaşam arasında kalmanın  arasında gidip gelmelerin rotasını çiziyor.  Albüme ismini veren, Tom Angelripper’in de M-16 tüfeğine hayranlığını anlatan “M16”  Tom’un kızgın vokalini devam ettirdiği, öfke ile yoluna devam ettiği şarkı oluyor.

 “Lead Injection” tempolu,agresifliğin devam ettiği, Tom’un nefret vari vokaliyle kaldığı yerden devam ediyor. Geriye kalan tek cevap “Creeping and crawling why do you cry?” nakaratındaki soru oluyor. “ Cannot Fodder” ile Tom tüm öfkesiyle ortalığı davet etmeye devam ettiğini göstererek ağır bir tahribat yaratıyor. Rus ruleti, patlayan bombalar ve Vietnam… “I got no power to survive/Empty thoughts of suicide.” nakaratıyla da ele veriyor bunu. “Marines “ askerlik mevzusunu göklere çıkartan, tempolu ve “Full Metal Jacket “ filminden bölümler içererek yanıt veriyor. “Düşünme,soru sorma, sadece öldür “ mottolu bir çizgide ilerliyor.

 Albümün final şarkısı olarak seçilen 1960 rock sahnesinde yer alan bir “The Trashmen“ şarkısı olan “Surfin Bird “ Sodom için o bilindik punk’a saygı şarkısına yakın bir iş oluyor.  Herkes için iyi bir seçim olur mu bilmem, sound olarak albümün dışında kalıyor. Bunun haricinde albümün bonus edisyonunda 1982 döneminden iki şarkıya yer verilir.

 Sonuç olarak; 2000’li yıllara gelindiğinde teknolojik boyutta Kreator’dan bir “Violend Revolution” gerçeği önümüzde duruyordu. Alman Thrash’i konusunda daima gaddarlığıyla bilinen komutan Tom Angelripper komutasında thrash metal’in en üretken konularından biri olan savaş temasını  “ M16” ile Vietnam Savaşını konu alarak gaddarca bir kayıt bırakıyor Sodom.

 Kadro

Bass/Vokal – Tom AngelRipper

Gitar – Bern “Bernemann” Kost

Davul - Bobby Schottkowski